Sabahattin Ali (Bütün Öyküleri)




TIKLAYINIZ LÜTFEN!
( Öyküleri okumak isterseniz  bu adresten indirebilirsiniz)




Degirmen






Hiç sen bir su degirmeninin içini dolastın mı adasım?..
Görülecek seydir o... Yamulmus duvarlar, tavana yakın
ufacık pencereler ve kalın kalasların üstünde simsiyah bir çatı...
Sonra bir sürü çarklar, kocaman taslar, miller, sıçraya sıçraya
dönen tozlu kayıslar... Ve bir kösede birbiri üstüne yıgılmıs
bugday, mısır, çavdar, her çesitten ekin çuvalları. Karsıda beyaz
torbalara doldurulmus unlar...


Tasların yanında, duman halinde, sıcak ve ince zerreler
uçusur. Halbuki dösemedeki küçük kapagı kaldırınca asagıdan
dogru sis halinde soguk su damlaları insanın yüzüne yayılır...
Ya o seslere ne dersin adasım, her köseden ayrı ayrı makamlarda
çıkıp da kulaga hep birlikte kocaman bir dalga halinde
dolan seslere?.. Yukarıdaki tahta oluktan inen sular, kavak
agaçlarında esen kıs rüzgarı gibi uguldar, tasların kah yükselen,
kah alçalan aglamaklı sesleri kayısların tokat gibi saklayısına
karısır... Ve mütemadiyen dönen tahtadan çarklar gıcırdar,
gıcırdar.


Ben çok eskiden böyle bir degirmen görmüstüm adasım,
ama bir daha görmek istemem.
Sen askın ne oldugunu bilir misin adasım, sen hiç sevdin mi?
Çoook desene! Sevgilin güzel miydi bari? Belki de seni seviyordu...
Ve onu herhalde çok kucakladın... Geceleri bulusur
ve öperdin degil mi? Bir kadını öpmek hos seydir, hele adam
genç olursa..


Yahut sevgilin seni sevmiyordu... O zaman ne yaptın? Geceleri
agladın mı?.. Ona sararmıs yüzünü göstermek için geçecegi
yolda bekledin, ona uzun ve acındırıcı mektuplar yazdın
degil mi?..
Fakat herhalde ikinci bir aska atlamak, senin için o kadar
güç olmamıstır. Ýnsan evvela kendi kendisinden utanır gibi olur
ama, bilir misin, bizim en büyük maharetimiz nefsimizden beraat
kararı almaktır. Vicdan azabı dedikleri sey, ancak bir hafta
sürer. Ondan sonra en asagılık katil bile yaptıgı is için kafi
mazeretler tedarik etmistir.
Ha, sonra bir üçüncü, bir dördüncüyü sevdin ve bu böyle
gidiyor.
Peki ama, bu sevmek midir be adasım, bir kadını öpmek,
onu istemek sevmek midir?..
Çırçıplak soyunarak sehrin sokaklarında kosabiliyor musun?
Bir bıçak alarak kolundaki ve bacagındaki adalelere saplamak
ve böylece bir nehre atılarak yüzmek elinden geliyor mu?
Bir sehrin adamlarını öldürmek cesareti sende var mı? Bir
minareye çıkarak bütün dünyaya isittirecek kadar kuvvetle
bagırabilir misin?


Ask sana bunları yaptırabilir mi? İste o zaman sana seviyorsun derim...
Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi? Pekala,
ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o?.. Atma
be adasım, kaç tane kalbin var senin?.. Hem biliyor musun, bu
aptalca bir laftır. Kalbin oldugu yerde duruyor ve sen onu filana
veya falana veriyorsun... Gögsünü yararak o eti oradan çıkarır
ve sevgilinin önüne atarsan o zaman kalbini vermis olursun...
Siz sevemezsiniz adasım, siz sehirde yasayanlar ve köyde
yasayanlar; siz, birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz,
birisinden korkan ve birisini tehdit edenler... Siz sevemezsiniz.
Sevmeyi yalnız bizler biliriz... Bizler: Batı rüzgarı kadar serbest
dolasan ve kendimizden baska Allah tanımayan biz Çingene'ler.
Dinle adasım, sana bir Çingene'nin askını anlatayım...


..
Bir gün -karların erimeye basladıgı mevsimdeydi- bütün
çergi, -otuza yakın kadın, erkek ve çocuk, dört beygir ve iki defa
o kadar da esek- Edremit tarafına dogru göçüyorduk.
Can sıkan ve bize hiç uymayan bir kıstan sonra ısıtıcı günes
ve yeni belirmeye baslayan yesillikler hepimize tuhaf bir
oynaklık vermisti. Sırtlarında beyaz ve kısa bir gömlekten baska
bir seyleri olmayan küçük çocuklar hiç durmadan kosuyorlar,
bagırıyorlar ve sose yolunun kenarındaki hendeklerde yuvarlanıyorlardı.
Delikanlılar keman ve klarnet çalarak yürüyorlar, genç kızlar
parlak sesleriyle su gibi türküler söylüyorlardı.
Ben de etrafı gözden geçirerek bir köy, bir çiftlik, yanında
kalabilecegimiz bir yer arastırıyordum.
İkindiye dogru siyah zeytin agaçlarının arasında yükselen
açık renkli çınar ve kavaklar gözüme ilisti. Burası küçük bir degirmendi.
Suyu bol bir çay küçük sögüt agaçlarının arasından
geçtikten sonra dar ve tas bir mecraya giriyor, oradan da dört
tane tahta oluga taksim oluyordu.


İhtiyar çınarlar çukura gömülen eski degirmenin siyah kiremitli
çatısını örtüyorlar ve ön tarafındaki genis meydanı gölgeliyorlardı.
Agaçların hısırtısını bastıran bir gürültüyle degirmenin altından
fıkırdayıp çıkan köpüklü sular iki sıra taze kavagın ortasından
geçip ilerideki sazlıkta kayboluyordu.
Burada çergilemek hiç de fena degildi. Yüklü eseklerle sık
sık gelip giden köylülerden, degirmenin islek oldugu anlasılıyordu.
Ve bir kursun atımı ötede beyaz minaresiyle bir köy görünüyordu.
Daha çadırları kurmadan Atmaca, klarnetini alarak, kanatlarının
biri açık duran kocaman kapıya yanastı, çalmaya basladı.
İçeride sesi duyan köylüler, oraya birikerek dinliyorlardı.
Degirmenci de bunların arasındaydı, beyaz sakalını karıstırarak
lakayt gözlerle bakıyordu.
Bilir misin adasım, bu köylüler tavuk ve oglak çaldıgımızı
söyleyerek bizden sikayet ettikleri halde bizi gene severler.
Aralarında bir kileye yakın bugday toplayarak Atmaca'ya
verdiler. Ve degirmenci buna iki çömlek de yogurt ilave etti.


Biz bu güzel kabulden cesaret alarak, biraz ötedeki zeytin
agaçlarının arasında çadırlarımızı kurduk.
..
İşler iyi gidiyordu. Kadınlar taze sögütlerden yaptıkları sepetleri
yakın köylerde satmakta güçlük çekmiyorlardı. Çalgıcılarımız
yarım gün uzaktaki köylerden bile dügüne çagırılıyorlardı.
Atmaca tabii en bastaydı...
Sen bu Atmaca gibisine daha rastlamamıssındır.
Bir kere heybetli delikanlıydı: Yagız derisi, yüzüne delice
dökülen simsiyah saçları ve koyu gözleri...
Sonra burnu... Uzun, sivri, ucu biraz asagı kıvrık burnu...
Bunun için biz ona Atmaca derdik...
Bası, genis omuzlarının üstünde bir arapatındaki gibi dik
dururdu ve bir arapatı ondan daha çevik degildi...


Bütün çergilerde onun cesareti, onun güzelligi, onun çalgısı
söylenirdi.
Baska Çingene'ler gibi çalmazdı o, adasım: Bir kere nota bilirdi.
Sehir mektebini okumus, bitirmisti; sonra içliydi... Sanırdın
ki, klarneti çalarken, havayı cigerlerinden degil, dogrudan
dogruya yüreginden veriyor.
Geceleri tek basına bir agacın dibine çekilirdi. Biz de çadırların
önüne çıkıp yüzükoyun yatar, çenemizi topraga dayayarak onu dinlerdik.
Hiçbir sevgilisi yoktu. Ne geçtigimiz Türkmen köylerindeki
al yanaklı güzeller, ne de ince dudaklı Çingene kızları onun
bakıslarını bir andan fazla üzerlerinde alıkoyabilirlerdi...
Halbuki çalgı çalarken büyük gözlerde -oradaki kıvılcımları
söndürmek ister gibi- bir nem belirdigini, esmer yanaklarında
-bir atese rastgelmis gibi derhal kuruyan- birkaç ufak
damlacıgın yuvarlanmak istedigini görmüstük.
Çok konusmaz, konustugu zaman da içindekilerden bize
bir sey sezdirmezdi. Neler hisseder, neler düsünürdü? Onu bu
dünyaya baglayan sey neydi? Hiçbirimiz bilmezdik. Acaba birisini
sevdigi için mi, yoksa hiç kimseyi sevemedigi için mi, bu
kadar yanık, bu kadar derinden çalıyordu?..
Ara sıra uzun müddet kaybolur, baska çergilerde dolastıgı,
sehirlere inip büyük beylerin meclisine girdigi söylenirdi.
Kasabadaki efendiler ona akran muamelesi ederlerdi, fakat
o davarlardan bizimle beraber koyun ugrular, dügünlerde bizimle
beraber çalgı çalardı.
..
Hemen her aksam degirmenin önündeki meydanlıkta toplanıp
ahenk yapıyorduk. Simdilik bir sey anaforlamadıgımız
için degirmenci de memnundu. Kızıyla beraber büyük çınarın
altına bir hasır atıyor, bagdas kurup oturarak bizi dinliyordu.
Degirmencinin kızı tam bir köy güzeliydi.
Yuvarlak bir yüzü, kalın dudakları, kalçalarına kadar uzanan
ince örgülü saçları vardı.
Ama yüzü hep soluktu. Etrafındaki seylere, kendisiyle alısverisi
yokmus gibi, dümdüz bir bakısı ve dudaklarının kenarından
dökülüyormus gibi, isteksiz bir gülüsü vardı.
Bu kızcagız sakattı adasım, küçükken sag kolunu degirmenin
çarklarından birine kaptırmıstı.
Simdi onun yerinde salvarının beline ilistirilen bos bir yen
sallanıyordu.
Ve bu onu insanlardan ayırıyordu.
Düsünebilir misin, güzel bir kızın bir kolu olmazsa bu ne
demektir? Derenin üst basında çıpıl çıpıl yıkanan genç kızlara
karısamıyordu. Vücudunu ve ondaki ayıbı her zaman örtmeye
mecburdu.
Geceleri birbirlerinin evinde toplanıp cümbüs yapan kızlarla
da birlesemezdi, çünkü ne tef çalmak, ne de parmaklarının
arasına tahta kasıklar alarak oynamak elinden gelirdi...
Belli ki onun bütün çocuklugu bitmez tükenmez bir hasretle
geçmis; belli ki zeytin dallarına sincap gibi tırmanan, birbiriyle
alt alta, üst üste güresen, degirmenin önünde erkek çocuklarla
su fıskırtmaca oynayan akranlarına bir duvara yaslanarak
istek dolu gözlerle bakmıştı.
Simdi bütün bunlara alısmıs görünüyordu. Baska insanların
yaptıgı birçok seyleri yapmak hakkının kendisinde olmadıgını
biliyor ve hiçbir sey istemiyordu.
Degirmenin kapısı yanındaki tas sedire saatlerce oturup
meydanda eselenen tavuklara, yahut kocaman çınarın kıpırdayan
yapraklarına yarı yumuk gözlerle bir bakısı vardı ki, adamı
aglamaklı ederdi.
Geceleri babasıyla beraber gelir, onun yanında diz çöküp
oturarak bize bakardı...
..
Sözü kısa keselim adasım, bizim magrur ve insafsız Atmacamız,
degirmencinin bu sakat kızına vuruldu.
Tavuslara, sülünlere bakmaya tenezzül etmeyen yabani
kus, kanadı kırık bir çullugun, sikarı (avı) oldu.
Eyvah bana ki meselenin çok geç farkına vardım. Ben anladıgım
zaman alev saçagı sarmıstı... Yoksa çoktan çergiyi toplar,
baska yere göçerdim...
Atmaca hiç kimseyle konusmuyor, dügünlere gitmiyor,
zeytinlerin altında tek basına çalıyordu. Ama geceleri çınarın
altında adamakıllı cosar, gözlerini kıza diker, üfler, üflerdi...
Ve biz titredigimizi, bagırmak, konusmak, yahut yerlere
atılıp aglamak istedigimizi hissederdik...
Onun çalısında, bir ates yıgını etrafında haykıran atese tapanların,
yahut batmakta olan bir gemiye çarpan dalgaların feryadı ve
inleyisi vardı.
Atmaca'nın kanatları düsmüstü adasım. Sarardıkça sararıyordu.
Degirmencinin köye indigi günler kapının yanındaki tas
sedirde kızla beraber oturdugunu ve tırnaklarını, parçalamak
ister gibi, iki tarafındaki sert kayada gezdirdigini görünce, bu
isin böyle gitmeyecegini anladım...
Bir gece onu çagırdım, derenin alt basına gittik, kavak
fidanlarının arasına oturduk.
Çakıllarda acele acele seken sulardan ve uzaklardan gelen
bir kurbaga sesinden baska hiçbir sey duyulmuyordu.
Atmaca önüne bakıyor, niçin çagırdıgımı, ne söyleyecegimi
sormuyordu.
Elimi omuzuna koydum, gözlerini bana kaldırdı:
-Seviyorsun!..- dedim.
-Öyle...- dedi.
-Ne yapacaksın?..-
Bu sualin cevabını bulmak ister gibi gözlerini yukarıya, yıldızlı
göge çevirdi; uzun uzun baktı, birdenbire:
-Sen bizim çeribasımızsın- dedi, -gezdigin yerler benden
çok, tecrübelerin fazla, aklın, dirayetin bütün Çingene'lerden
üstündür. Sana açılmalıyım...-
Gözlerini hiç indirmeden, sanki yıldızlara anlatıyormus gibi,
söylemeye basladı:
-Onu seviyorum, ne yapacagımı da hiç düsünmedim. Sen
benim sevmemin nasıl olacagını bilirsin... Ben ki, arkamdan
usaklarını kosturan konak sahibi hanımlara basımı çevirmedim;
yedi köye hükmeden esraf bana gelip: 'Kızım senin için
yataklara düstü, Çingene oldugunu unutup seni evlat gibi sineme
basacagım, yalnız gel, gel de kızımızı kurtar!..' diye yalvardılar
da, gene cevap vermeden yoluma gittim; iste simdi bu bir
kolu olmayan kızı seviyorum.
Onu alamam, onu kaçıramam... Halbuki o da beni seviyor.
Bunu bana evvelisi gün aglayarak söyledi. 'Gel; dedim, 'beraber
kaçalım.' Acı acı güldü, 'Agam,' dedi, 'ben senden noksanım,
bana sadaka mı veriyorsun?..' Onu nasıl sevdigimi anlattım:
'Bana kolunun yerine kalbini veriyorsun,' dedim, 'bir kalp
bir koldan daha mı az degerlidir?'
-Tekrar gözyasları bosandı: 'Olmaz' dedi, 'düsün ki, her
karsına çıktıgımda senden utanacagım, basım yerde olacak, beni
böyle zelil etmek ister misin? Bırak beni, ne oldugumu bilerek
ihtiyar babamın yanında kalayım, sen de bir daha buralara
ugrama. Bana sakatlıgımı unutturarak deli deli rüyalar gördürdün,
seni ömrümün sonuna kadar unutamam, ama olmayacak
seylere beni inandırmaya kalkma, eger sahiden beni seviyorsan
hemen buralardan git!..
Atmaca burada bir nefes aldı ve gözlerini yere indirdi:
-Düsünüyorum, birlesirsek bu ikimiz için de sahiden azap
olacak. Aramızda anlasılmaz, bogucu bir havanın dolastıgını
hissedecegiz. Eger o bana açılamaz, bana naz edemez, bana
içinden geldigi gibi sarılamazsa, gözleri her zaman: 'Ne diye
gençligini benim için nara yaktın, sana yazık degil mi?' demek
isterse, ben ne yaparım? Her sözümden, her tavrımdan alınır;
kızsam ona dokunur, sevsem ona acıyormus gibi gelir, kucaklasam
bos olan kolunun yerinde bir sızı duyar ve bunlar hep
böyle sürüp gider...
Ne yapacagımı, bu halin beni nereye götürecegini sorma,
bende artık kuvvet yok, akıl yok, düsünce yok, yalnız ask var.
Mavzer kursunu gibi çarptıgını yere seren bir ask... Senin Atmacan
artık kanatlarını kımıldatacak halde degil!..-
Sustu, son sözler öyle acınacak bir tavırla agzından dökülmüstü
ki, fazla bir sey sormaya, hatta teselli etmeye kalkısmadım;
ona bu halde ne söz söylenebilir, ne de o söyleneni duyardı.
Koluna girip çadıra kadar götürdüm.


İsler gittikçe sarpa sarmıstı adasım, Atmaca'nın hali beni
korkutuyordu. Fakat yapılacak hiçbir sey yoktu. Simdilik isi
oluruna bırakmaya karar vererek yattım. Bütün gece, büyük çınarın
altında kollarını açarak sabırsızca bekleyen Atmaca'yı ve
dudaklarının kenarında genis bir sevinç, soluk yanaklarında
görülmemis bir pembelikle ona dogru kosan degirmencinin kızını
gördüm. Fakat birbirinin kucagına atılacakları zaman sekli
belli olmayan tuhaf bir cisim ikisinin arasına giriyor, bir çark
gibi fırıl fırıl dönerek ve gittikçe büyüyerek onları ayırıyordu.
..
Günler, kuvvetli bir rüzgarın sürükledigi beyaz bulut kümecikleri
gibi birbiri arkasına geçip gidiyorlardı. Ve biz, bunların
sonunda muhakkak bir fırtına kopacagını seziyorduk. Herkes
müthis bir seyden korkuyor gibiydi. Bütün çergiyi agır bir
durgunluk kaplamıstı.
İhtiyar ve tecrübeli Çingene karıları bildikleri afsunları
okuyorlar, bütün iyi ve fena ruhları zavallı Atmaca'nın imdadına
çagırıyorlardı. O, gittikçe çöken yanakları, nereye baktıgı
belli olmayan saskın gözleriyle geçerken delikanlılar baslarını
yere egiyorlar, genç kızlar ölü gibi sararan benizleri ve titreyen
dudaklarıyla arkasından bakıyorlardı.
Kadın, erkek, genç, ihtiyar hiçbir seye karar veremeyerek
bekliyorduk. Sanki serseri bir rüzgar kafalarımızdan her düsünceyi
silip süpürüyor, bizi saskın ve meyus buralarda bırakıyordu.


..


Bir gün Atmaca yanıma sokuldu.
-Bu aksam degirmende ahenk yapacagım, ben ihtiyarla konustum!..- dedi.
Hafif yagmur çiseliyordu. Aksama kuvvetli bir yaz saganagı
gelmesi çok mümkündü. Bunu ona da söyledim.
-Degirmenin içinde çalacagım!- dedi.
-Degirmen geceleri de isliyor, o gürültüde mi?-
Tuhaf tuhaf güldü:
-Korkma!- dedi, -Klarneti o gürültüde de size duyururum.
Nefesim daha o kadar kuvvetten düsmedi.
Yagmur aksama dogru sahiden arttı. Karsı tepedeki palamut
ormanına birbiri arkasına yıldırımlar düsüyor, iri damlalar
zeytin agaçlarının siyah yapraklarını garip tıpırtılarla oynatıyordu.
..
Hepimiz degirmenin içine dolduk. Tavlada sallanan iki tane
gaz lambası etrafa yarım bir aydınlık serpiyordu ve çarklar,
taslar, tozlu kayıslar dönüyorlar, dönüyorlardı.
Hepsinin birden çıkardıgı yırtıcı gürültü yagmurun alçak
tavandaki kesik hıçkırıgına karısıyor, birbirini kovalayan gök
gürültüleri bu korkunç ahengi tamamlıyordu.
Degirmenci ve kızı duvarın dibindeki sedire oturmuslardı.
Sallanan lambalar genç kızın yüzünde acayip gölgeler oynatıyordu.
Bütün gürültüleri bastıran ince bir ses birdenbire yükseldi:
Kendisini degirmenin karanlık bir kösesine çeken Atmaca çalmaya
baslamıstı.
Adasım, ben o gece dinledigim seyleri öldükten sonra bile
unutamam.
Dısarıda fırtına gittikçe artıyor ve rüzgar ıslak kamçısını
kerpiç duvarlarda gezdiriyordu. Yükselen sular tahta oluklardan
tasıyor, haykıra haykıra yerlere dökülüyordu.
Ýçeride taslar nihayetsiz bir coskunlukla homurdanıyor; çılgın
gibi dönen kayıslar saklıyor; birbirine geçen tahta çarkların
disleri aglar gibi gıcırdıyordu. Ve bunların hepsini bastıran deli
bir ses kah yalvarıyor, kah hiddetle kıvranıyor, susacak gibi olduktan
sonra tekrar yükseliyordu.
Alacakaranlıkta Atmaca'nın siyah ve parlak gözleri hiç kıpırdamadan
genç kıza bakıyorlardı, genç kızın acınacak bir perisanlıkla
çırpınan büyümüs gözlerine...
Ve öyle seyler çalıyordu ki adasım, onları anlatmaya bizim
kullandıgımız kelimelerin takati yoktur...
Bazan oksayan, ısıtan bir sabah günesiydi... Fakat derhal
yüzümüzü yırtan, gözümüzü kör eden, içindeki atesleri kum
tanesi gibi etrafa saçan bir çöl fırtınası oluyor, yahut bagrımıza
isleyen bir bıçak haline geliyordu.
..


Son ve keskin bir çıglıktan sonra Atmaca'nın ayaga kalktıgını
gördüm. Ýki üç adım ilerledi ve klarneti bir köseye fırlattı.
Herkes dogrulmustu. Üzüntülü gözlerle ona bakıyorlardı.
O, yüzüne büsbütün dökülen kara saçlarını eliyle geriye attı.
Birdenbire çukura gitmis gibi görünen gözlerle etrafını arastırdıktan
sonra onları degirmencinin kızına dikti, uzun uzun baktı...
O dakikayı ömrümde unutamam adasım; dısarıda fırtına
arttıkça artmıstı, duvarlar sarsılıyor, tepemizdeki kiremitler
uçuyordu. Ve degirmen, azgın bir hayvan gibi homurduyor ve
dönüyordu. Ve o, lambanın sönük ısıgında, oldugundan daha
büyük, adeta bir gölge gibi duruyordu. Gözleri genç kızın üzerindeydi.
Tahammül edilmez bir acı yüzünün seklini tanınmayacak
hallere sokmustu. Kah esmer derisini sisiren bir kan gözlerinin
kenarına kadar fırlıyor, kah dislerinin arasında ezilen
dudakları bile bembeyaz oluyordu. O dudaklar ki, bir sey söylemek
ister gibi kıpırdıyorlardı ve kenarları aglayacak gibi asagıya
çekiliyordu.
Bu bakıs ancak bir an kadar sürdü. Sonra gözkapakları yavasça
düstüler ve o, yere yıkılacak gibi sallandı. Fakat hemen
kendisini topladı. Bir kere daha etrafına bakındı. Sanki bir imdat
bekliyor gibiydi: Kendisini bu kahredici; bu parçalayıcı agrılardan
kurtaracak bir imdat... Nihayet kafasına bir sey vurulmus
gibi inledi. Gerisingeriye dönerek degirmenin öbür basına,
çarkların ve kayısların kudurmusçasına döndükleri köseye
dogru atıldı.
Bir nefes alımı kadar hepimiz oldugumuz yerde kaldık,
sonra delice bagırarak arkasından kostuk...
Heyhat adasım, çok geçti. Atmaca yerinden fırlayan ve -is
isten geçti- demek isteyen gözlerle bize dogru geliyordu.
Sag kolu yerinde degildi ve oradan oluk gibi kan fıskırıyordu.
Birkaç adımdan sonra sendeledi, ayaklarımızın dibine yıkıldı.
..
İste adasım, sana seven bir Çingene'nin hikayesi.
Çiçeklerin açtıgı mevsimde, senin kollarına yaslanan ve çiçekler
kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarında
oturmak ve öpüsmek, yoruluncaya kadar öpüsmek hos seydir...


Seni gördügü zaman zalimce basını çeviren magrur bir dilberin
kapısı önünde ve ay ısıgı altında sabaha kadar dolasmak,
bunu candan arkadaslara aglayarak anlatmak, -söz aramızdagene
hos seydir.
Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir seyi kendisinde
tasımaya tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, iste
adasım, yalnız bu sevmektir.




1929
...

Sabahattin Ali




Kurtarılamayan Şaheser


Genç sair siyah meşin ciltli ufak kitabı havaya kaldırarak
bağırdı:

-Bundan daha yükseğinin bulunduğunu söyleyemez, sevgilim
benim eserimden daha güzelini okuduğunu iddia edemez ya.-

Gözlerinde, erimiş bir madenin oynak parlaklığı ve yanık
yüzünde bir ekmek kabuğunun kırmızımtırak donukluğu vardı.

Yer ayaklarının altından itiyormuş yahut gökyüzü kendisini
çekiyormuş gibi yukarıya uzanıyor; vücudunu insanlıktan
ayıran bir buğu, hareketlerine gökyüzündekilere mahsus sarhoşluğu
veriyordu. Çimenler üzerinde uçuşan beyaz kâğıtlar,
ki bunlar elindeki şaheserin müsveddeleriydi, yüzüne sisten
yaratılmış küçük kuşlar gibi dokunup geçiyorlar ve sonra bahçedeki
beyaz güllerin, kan rengi karanfillerin, bıçak gibi keskin
kokulu sardunyaların, yaşmaklı bir kadına benzeyen zambakların,
ince sapları üzerinde alevli bir meşaleyi hatırlatan lalelerin
ve renkli maskeleriyle eski Yunan aktörlerini andıran hercaimenekşelerin
üstüne konuyorlardı.

Ve genç sair gülüyordu; yüzünün hiçbir çizgisini değiştirmeyen
fakat bir nehir coşkunluğuyla dökülen bir gülüş esmer
yanaklarına yayılıyordu.

Çünkü o bugün şaheserini bitirmişti.

Siyah meşin ciltli kitabın sahifelerine bakarak haykırdı:

-Artık hiç kimse benden yüksek değildir; Homeros veya
başkası! Ben bunlara da tepeden bakıyorum. Ve sevgilim benden
daha iyi yazanları gösteremeyecek. Ancak herkesten yüksek
şeyler yaratırsam beni seveceğini söylemişti. İşte, benden
evvel gelenlerin ve benden sonra gelecek olanların yetişemeyecekleri
yüksekliğe çıktım. Ve yalnız kendisi için yazdığım bu
kitabı ona verdiğim zaman o da benim için sakladığı kalbini
verecek...-

Kitabın sahifelerinden gözlerini ayırmayarak yürüdü. Islak
çimenleri çiğneyerek ve ayağının altında ezilen menekşelere
dikkat etmeyerek, iki tarafı mermer direkli bir kapıdan evine
girdi.

Ve şaheserini sevgilisine yolladı.

Tam sekiz sene evveldi ve o zaman genç sairin sakaklarında
şimdiki gibi beyaz teller, gözlerinin kenarlarında yorgunluk
çizgileri yoktu. Yüzünün derisi beyaz bir güle, dudakları kırmızı
bir güle benzerdi. Ve memleketin kadınları onun şiirlerini
sonsuz bir baygınlık ve şehvetle okurlardı. Bu esnada gözlerinin
önüne mısraları gibi tatlı ve ince endamıyla genç sair gelirdi.

Fakat güzelliğinin derecesi insan güzelliği hudutlarını asan
bir genç kız vardı ki bunlara istihfafla (alay) dudaklarını bükmek
acayipliğinde bulunuyordu.

Ve genç sair, yazıları karsısında kendinden geçmeyen bu
fevkalade kızı seviyordu...

-Sevgilim- dedi, -mısralarım ki Hind'in ipeklileri kadar ince
dokunmuş ve İran’ın kıymetli halıları gibi hünerli renklerle
süslenmiştir, niçin senin kalbini heyecana getiremiyorlar? Geceyi
terennüm eden şarkılarım sana kendi gözlerini; gün doğuşunu
anlatan şarkılarım sana dudaklarının rengini hatırlatmıyor
mu? Dalgalara ait şiirlerimde dağınık saçlarının tellerine rast
gelmiyor musun?-

-Belki böyle olabilir...- diye genç kız cevap verirdi, -Belki
böyle olabilir, genç sair, fakat benim seni sevmem için daha
başka şeyler yazabilmen lazımdır. Bana tanımadığım şeylerden,
saklı güzellikler ve hakikatlerden bahsedebilir misin? Ve bunları
herkesten daha güzel olarak yazacak kudreti kendinde buluyor musun?

Güzel yazıyorsun ey sair, derin ve azametlisin, fakat Fuzuli
daha derin, Goethe daha azametli değil miydi?

Söyle, ihtiras ve çılgınlıkta Shakespeare'i, istihza (üzüntü,
umutsuzluk) ve ıstırapta Dante'yi geçebilir misin?-

Ve genç sair anlıyordu ki, bu büsbütün başka bir mahlûktur.
Kadınları hayran eden, çeken şeylerin buna tesiri yok. Çünkü
bu kızın gözleri baktığı şeyleri görüyordu ve sinirlerinde
hissetmek, kafasında düşünmek kabiliyeti vardı...
Ve genç sair cevap verirdi:

-İçimdeki ateş, herkesin ısınmak için bana sokulmasına kâfiydi.
Ben de onu üfleyip çoğaltmak, orada bir yangın yapmak
ihtiyacını duymuyordum... Lakin ey sevgilim, görüyorum ki
bu, kıvılcımlarını senin kalbine sıçratamayacak kadar fersizmiş.
Fakat bunu yanardağ yapacak kudret bile bende var. Sana söylediklerini
aratmayacak eserleri getireceğim, sevgilim ve o zaman
kalbini bana vereceksin...-

-Ve o zaman kalbimi sen alacaksın!..-

Ve genç sair bir ay şehrin etrafındaki ormanları dolaştı, ki
orada yerlere kadar uzanan dalların pembe dudaklı çapkın gelinciklerden,
sarısın ve hayalci papatyalardan aldığı gürültüsüz
öpücüklere, yalnız sinsi sinsi yürüyen yabankedileriyle, daima
kosan ürkek karacalar mani oluyorlardı.

Ve bir ay geniş nehirlerin üzerinde kayıkla dolaştı ki, orada,
boyalı teknelerinde ağlarını temizleyen ihtiyarlar, tatlı sesli
su perilerinin toy balıkçıları bataklık sazlarının içine nasıl
çektiklerine dair acıklı türküler söylüyorlar; ve geceleri küçük
balıklar, ayın nehre avuç avuç serptiği gümüş kırıntılarını toplamak
için, suyun üstünde sıçrıyorlardı.

Ve bir ay, geceleri şehrin içinde gezerek, birbirinin göğsünde
uyuyan çiftleri, sokaklarda bir tek gölge halinde dolasan
sevdalıları gördü. Korulardaki sık ağaçların altını ve alçak duvarlı
bahçelerde ay ışığının giremediği karanlık köseleri gözetleyerek
sonsuz veda monologlarını veya kıskanç asıkların yeis
dolu şikayetlerini dinledi.

Ve üç ay sonra, gümüş bir kalemle gümüş ciltli bir deftere
geçirdiği şiirleri sevgilisine yolladı.

Fakat bu defter, zehirli dikenlerle yazılmış gibi acı satırları
taşıyan bir cevapla geri geldi. Genç kız:

-Heyhat, zavallı sairim- diyordu, -şiirlerin ihtiyar ve zengin
çiftlik sahibinin kızını ağlatacak ve valinin mağrur yeğenine
önünde diz çöktürecek kadar güzeldir. Sokaktan geçtiğin zaman
kadınlar pencerelerden eskisinden daha çok sarkacaklar,
ihtimal minimini ipek mendillerini de -tabii dalgınlıkla- ayaklarının
dibine düşüreceklerdir. Fakat bütün bunlar beni sana
yaklaştırmaya kafi değil..

Gerçi gördüğün ve yazdığın şeyler fevkaladedir. Lakin ben
de seninle beraber olsaydım onları aynı şekilde görecek değil
miydim? Hangi sey bana bilmediklerimden bahsetti? Belki şiirlerin
bizzat hayat kadar tesirli ve tatlı yazılmıştı, saf ve iyilikle
doluydular; fakat söyle, Horatius senden kat kat tesirli ve tatlı
değil miydi? Vergilius, ilahi Vergilius kadar temiz ve hayır isteyici
olmak elinden geliyor mu?-

Genç sair tükenmez hıçkırıklarla minderlerin üstüne atıldı.
Yüzükoyun kapanarak ağlıyor, ağlıyordu. Hayatlarında hiç
sevmemiş olanların tahayyül edemeyecekleri bir acı onu boğuyor;
sanki gür alevli bir meşale göğsünün içerisinde dolaşarak
kaburgalarını yalıyormuş gibi kıvranıyordu.

Kendisini tutmak isteyerek, beyaz dişlerini mor kadife yastıklara
geçirdi... Göğsünü saran bir sesle kesik kesik:
-Yazacağım sevgilim- dedi, -sana istediklerini yazacağım!..-

Ve genç sair altı ay memleketin bütün büyük filozoflarını,
sairlerini dolaştı. Şehrin birinde, uzun siyah sakallı, tepeleri
çıplak filozoflar, eskimiş cübbelerinin geniş kollarını sallayarak
ona Aristoteles'ten, Epikür'den veya İbni Rüst'ten bahsettiler.

Ve gözlerinde, başka bir âleme bakmaktan doğan, hürmete
layık bir mahmurlukla -ki genç sair bunu evvela açlıktan zannetmişti ruhun
ölmezliğinden ve değişmelerinden; fani olan
eşyanın ebedi olan hayata ve fani olan hayatın ebedi olan eşyaya
karsı vaziyetlerinden ve -kendilerinin buldukları- ebedi hakikate
varmak felsefesinden; ezeli ve felsefi hayatın lezzet ve
feragatiyle dünya hayatının ve zevklerinin süfliliğinden -ta belediye
reisinin verdiği mükellef ziyafete geç kalmamak için bu
asil konuşmayı kesinceye kadar- coşkunca bahsettiler.

Ve diğer bir şehirde, gür beyaz kaslı, damarlı elli meşhur
biyoloji alimleri genç saire karıncaların öğleden sonraki yasayışları
hakkında yeni nazariye ve tahminleri ihtiva eden yirmi
muazzam ciltlik kitaplarını hediye ettiler.

Ve çalımsız bir evde, şatafatsız bir masanın basında toplanan
beyaz ve nazik elli, ince yüzlü, parlak ve uzun saçlı, sihirli
sözlü sairler, -muhayyilenin genişlemesine pek ziyade yardım
eden- bir kağıt oyunuyla meşgul olurlarken şiirden, sanattan
ve bilhassa estetikten bahsettiler. Ve ona daha fazla alaka göstermek
isteyerek önlerindeki küçük para kümesini bitiriveren
bu kamil ölmezlerden bazıları, eve hülyalı bir loşluk veren sönük
kandilin ışığında, derin ve bin bir renkli şiirlerini okudular.

Ve keskin kokulu portakal bahçelerinde, erguvan renkli
güller arasında, ay ışığının renklerini aksettiren firuze yüzükler,
opal tasından küpelerle dolasan va küçük bir kusa benzeyen
Baslarını sairin ipek harmanisinin arasına saklayan sevgilileri
veya büyük bir gece senliğine Lahur salından sarıkları, zebercet
saplı asalarıyla, gümüş bilezikli zenci köleler arasında
gelen ve Firdevsi'yi imrendirecek ilahi cenk kasidelerini gülümseyerek
dinleyen uzun bıyıklı, heybetli sultanları onun taze
muhayyilesinde yaşattılar.

Ve genç sair altı ay memleketin velut (Doğurgan, çok eser veren)
ve bakir sanatkarları arasında seyahat etti. Köyün birinde, geniş
yapraklı çınarların altında, rutubet kokan hasırlara oturarak,
tepelerindeki saçları kazınmış buruşuk yüzlü ihtiyar saz sairlerini
dinledi. Ve onlar buna öyle kahramanları terennüm ettiler ki, zürafalar
gibi kosan beyaz atlarıyla bir akbaba sürüsü halinde şehre iniyorlar ve
korkudan ovalara kaçan ahali arasından ince vücutlu, pembe
topuklu kızları beygirlerinin üstüne alarak kaçırıyorlardı.

Ve öyle babayiğitlerden bahsettiler ki, ormanlarda bir kaplan
gibi hüküm sürüyorlar ve kendilerine uykuda baskın veren
yirmi tane düşmana, hiçbir silahın işlemediği dev gibi vücutlarıyla
saldırarak onları sansarın önündeki civcivler gibi dağıtıyorlardı.

Ve başka bir köyde, deniz kenarındaki isli bir kayıkçı kahvesinde
küçük boylu, seyrek bıyıklı bir asık, elindeki minimini
kemençeyle bin bir türlü korkunç ve hayret verici deniz maceralarını
haykırıyordu.

Ve genç sairin gözünün önünde, tek yelkenli bir taka ile
muazzam kalyonlara hücum eden, sahildeki kasabaları dehşet
içinde bırakan iri palalı, çıplak kollu kabadayılar; veya alçak
küpeşteli alamanalar (büyük kayık), aykırı seren cırnıklarla açık denizlere
uzanarak mücevher ve esir yüklü tüccar gemilerini soyan gözü
yılmaz korsanlar geçit resmi yapıyorlardı.

Ve o, bu basit çalgıların belki cırıltıdan fark edilemeyecek
olan nağmelerinde herhalde derin bir şeyler bulunması lazım
geldiğini hissediyordu.

Ve genç sair altı ay memleketin bütün şehirlerini dolaştı ve
orada ağlayanları ve gülenleri gördü.

Büyük bir konağın geniş salonunda raks ve kahkahadan
yorulup terleyenler serin şerbetlere, buzlu yemişlere koşarlarken,
kristal pencerelerden dışarı süzülen ışıkta, soğuktan donan
ayaklarını avuç avuç karla ovmaya çalışan ihtiyarları gördü.

Kucağında taşıdığı aç çocuğu yaşatmak için sarhoşların arkasından
Kosan kadınları ve karnında taşıdığı günahsız çocuğu
öldürmek için hekimlerin cebine beyaz alevli inci salkımları
koyan kadınları gördü.

Kardan ve rüzgârdan koruyan bir dükkân kepengi altında
basını bir köpeğin sırtına dayayarak uyuyanları ve güzel ısınmış
odalarda, Çin ipeği örtülü yataklarda, nakris (Nikris olmalı. Halk
arasında damla hastalığı denir. Parmaklarda, topuklarda, eklem
yerlerinde olur. Tıpta gut adıyla geçer.) ağrılarıyla kıvranarak
uyuyamayanları gördü.

Aptalların tahakkümüne, günahsızların cezalanmasına; faziletin
susmasına ve ihtirasların gürültüsüne, hikmet ehlinin
tahrik edildiğine ve nadanların alkışlandığına şahit oldu.

Ve tam bir buçuk sene sonra, altın bir kalemle altın ciltli bir
deftere geçirdiği şiirleri sevgilisine yolladı.

..

Fakat bu defter, bir Arap hançeriyle yazılmış gibi keskin
satırları taşıyan bir cevapla geri geldi.

-Hayret, ey genç sair!- diyordu, -Öyle güzel şeyler yazıyorsun
ki, yüzyıllardan beri sahipsiz duran sanatkarlık tacı senin
basını süslemek için herhalde acele edecektir. Ve hükümdarlar,
sana bitip tükenmez şereflerin erguvan renkli maşlahını
giydirmek için saraylarının geniş bahçelerinde muhteşem ziyafetler
hazırlayacaklardır.

Halbuki ben gene senden uzak kalacağım...

Felsefelerini, ey sair, en ele avuca sığmaz kafaları bağlayacak
kadar kuvvetli ve güzel laflarla dolu olan felsefelerini senden
evvel Eflatun ve daha birçokları kandırıcı bir belagatle ve
fazlasıyla tekrar etmediler mi?

Kabadayılık ve savaş destanların o kadar tesirlidir ki,
Çin'in hiç durmadan uyuyan afyonkeşleriyle, Hind'in yıllardan
beri kımıldamayan fakirlerini, Priyamus'un kahraman milleti
veya Rüstem'in korkusuz arkadaşları gibi azgın dövüşlere, sanlı
yiğitliklere sürükleyebilir.

Fakat bu yolda Homeros'un senden daha coşkun, Firdevsi'nin
daha usta olduğunu inkar edebilir misin?

Gezdiğin yabancı yerlerin büyüleyici kokusunu ruhlarımıza
benzersiz bir ustalıkla üflüyorsun, fakat şüphesiz Byron da
seyahatlerini anlatırken güzellik ve ustalıkta senden daha aşağı
değildi.-

Ve genç sair ipek minderlere ateş gibi gözyaşları dökerek
düştü. O kadar çok seviyordu ve şimdiki ıstırabı o kadar büyüktü
ki artık hiçbir şey onu yatıştıramaz sanılırdı. Evvela iki
yumruğunu dişleriyle ısırarak ve ayaklarının ucuyla kadife sediri
parçalayarak hıçkırıyordu. Fakat biraz sonra birdenbire fırladı;
susmuştu. Gözlerinde yas yerine alelacayip bir parıltı vardı.
Yavaş yavaş loş bir karanlığa dalan odaya alnından, gerilen
ve birdenbire daha genişlemiş görünen alnından, beyazımtırak
bir ışık yayılıyordu. Odanın aynı koyu lacivert tülle örtülmeye
başlayan renkli eşyası ortasında fildişinden bir Buda heykeline
benzeyen vücudu gittikçe büyüyor ve uzuyor gibiydi.

Geriye atılmış basından lülelerle saçlar çıplak omuzlarına
dökülüyor, bir şeyi kucaklamak ister gibi yumuşak bir hareketle
ileri ve biraz yukarı uzanan kolları bir mayıs gecesindeki hilali
andırıyordu. Gökyüzünün en uzak yerindeki birer yıldız gibi
kırpışan gözlerinin önünde kapkaranlık bir saha uzanıyordu:
Siyah, gözleri kamaştıracak kadar siyah bir boşluk... Ve bunun
ortasında ince bir yol vardı, kendi gözlerinden çıkan ve uzak,
görünmez yerleri dolaştıktan sonra yine oraya dönen ince, adeta
bir bıçakla çizilmiş gibi keskin ve beyaz bir yol, bir çizgi...

Ve anladı ki, ihtişam ve büyüklüğe, gizli hakikatlere ve ölmez
güzelliğe giden yol bu...

Oraya koşmak ister gibi atılırken, üzerlerindeki gözyaşı hala
kurumayan yastıklara düştü.

..

Ve genç sair tam iki sene hiçbir insanın giremediği hudutsuz
kum çöllerinde dolaştı.

Ayrı, her şeyden, herkesten ayrı ve uzak kalmak, yalnız
kendisini dinlemek, yalnız kendi düşünebileceği gibi düşünmek
istiyordu. Sakız gibi çiğnenmiş güzelliklerden, bir dua kadar
çok tekrar edilmiş yeni fikirlerden eser bulunmayan bu
çölde hiçlik ve... güzellik hüküm sürüyordu: Ne canlı kumları
Günesin ve ayın bakışlarından saklayan münasebetsiz bir ağaç,
ne durmadan sızan bir yara gibi etrafını kirleten bir su, ne de
üzerinde sairlerin zevzeklik edebilecekleri bir çiçek görülüyordu.

Ve iste burası güzeldi.

Çünkü burada yalnız güneş, ay ve kum vardı... Bir de rüzgâr.

Ve bunlar büyük, güzel ve sarihtiler (açık, belli, belirgin).

Evet, büyüklüklerine rağmen sarih... Ne bir nebattaki karmakarışık,
anlaşılmaz değişmeler, ne bir hayvandaki içinden çıkılmaz
ve dehşetli yaşayış hareketleri, ne bir dimağdaki kökü
bilinmez hisler ve düşünceler... Burada insan ruhunun en çok
susadığı ve muhtaç olduğu bir vuzuh (açıklık) vardı ve bunu sairin
vücudundan başka hiçbir sey bozamıyordu.

Bu vuzuh, korkunç bir karışıklığın görmek kudretinden
mahrum olan gözlerimizdeki tecellisi de olabilirdi, buna rağmen
herhangi çelimsiz bir mahlukun mütecessis (meraklı) kafalarımızda
sıraladığı mızmız sorguları tekrar etmiyorlardı.

Ve o, zihni hiçbir sorgu çengeline takılmadan düşünebiliyordu.
İşte böylece bu mutlak güzelliğin içinde yıkandı, yıkandı...
Geceleri ayın ışığı altında insana kımıldıyormuş gibi gelen
kumlara yüzükoyun yatarak basını bu minimini zerrelere gömüyor
ve onlar, her nefes alışında ağzına, burnuna dolmak isterlerken,
o gözlerini içine çevirerek kendine bakıyordu. Anlıyordu
ki yazılacak şeyler, güzel ve hakiki şeyler yalnız orada
var...

Fakat o burada maddi elemlerin en acılarını tattı. Çünkü
gündüzün çöl bir maden eritme ocağına dönerdi. Birer kıvılcım
olam kumlar, derisini yırtarlar, güneşten su halinde akan alevler
sırtını yalar ve ensesini delerek beynine kadar dökülürlerdi.

Ara sıra bir hurma ağacı aramak ve su tulumunu doldurmak
için çölün kimsesizliğinden ayrılırken -ki nihayet o da bir
insandı ve yasamaya mecburdu- ayaklarının altında kımıldayan,
kayan ve çöken bir zemin hissederdi. Ve bazen dizleri dermansızlıktan
kırılarak bu dikenli yatağa uzanır ve midesinin
dimağına kalkıp ilerlemek, uzuvlarına böylece uzanıp kalmak
için verdiği birbirine zıt emirlerin feci mücadelesine şahit olurdu.

Fakat o bunların bağırmalarını susturduktan sonra yine çöle
büyüklük ve tenhalık ülkesine dönmekte acele ederdi.

Hiçbir zaman susmayı bilmeyen kalbi hemen her gün sevgilisini,
evini, bütün bıraktığı yerleri yavaş fakat keskin bir sesle
fısıldar ve o, göğsünün içinde birbirine muvazi (paralel) birçok
bıçakların hep beraber hareket ettiklerini hissederdi.

Fakat iki sene sonra, sertleşen ve kararan bir deri, gözlerinin
kenarında derinleşen çizgilerle burayı terk ettiği zaman,
büyüklük ve güzelliği, acıyı ve hasreti yüz yüze tanıyordu.

Ve genç sair iki sene engin denizleri ve şimalin buz sahralarını
dolaştı.

Deniz... İşte bu da muazzam ve nefis bir şeydi... Kendisini
gezdiren geminin güvertesine uzanarak uzaklara, ta uzaklara
bakar ve kesik kesik nefes alan sulardan başka hiçbir sey görmezdi.

Çöl ve deniz hemen hemen aynı şeylerdi: Her ikisinde de
aynı büyüklük, aynı ağırbaşlı sessizlik veya aynı heybetli ve
derin bağırmalar... Ve denizde de, küçük, minimini, sinirlendirici
teferruat yoktu. İnsan orada yalnız renkten renge giren su
damlaları ve devlere benzeyen bir mahlukun yavruları gibi birbirleriyle
oynaşan hoyrat dalgalar görebilirdi... Sonra bitmez
tükenmez bir genişlikle karanlık ve sıkı bir derinlik... Ve bütün
bunlar onu manasız bir tecessüse değil, düşünmeye sevk ederlerdi.

Ve sonra buz sahraları...

Beyaz, temiz, günlerce uzanan bu yerlerde, gösterişsiz bir
kibarlık ve incelik vardı. Sade, şatafatsız, fakat güzel ve tatlı olmanın
sırrını ancak bu sakilsiz kar tepeleri keşfedebilmişlerdi.

Her şeyi hayattan uzaklaştıran, hiçbir zaman yenilmeyen
dehşetli bir kudretleri olduğu halde, mütevazı ve kibardılar. Ne
gururdan doğan bir süs, ne kendini beğenmeyi gösteren bir ses...

Ve iste genç sair fırtınalı denizlerden, soğuk buz sahralarından
ayrılırken, dünya hudutlarını asan bir genişlik ve derinliği,
necip (temiz, soylu) kalplere mahsus olan bir kibarlığı ve esaslı
kıymetlerin bir tek elbisesi olan tevazuu içinde taşıyordu...

Ve genç sair iki sene dünyayı rastgele dolaştı. Bu sefer gördüğü
şeyler onu hayretten hayrete düşürüyordu. Hâlbuki değişen
hiçbir şey değil, sadece kendi görüsüydü.

Evvelce fazilet diye baktığı şeylerin birer merasim ve gösterişten
ibaret olduğunu ve asıl iyiliğe yalnız ahlak münakasalarında
veya akıllı nasihatlerde rastlanabildiğini, namuslu olabilmek
için başkalarının namusuna dil uzatmanın, kirlenmeden
yükselebilmek için temiz alınlara basarak çıkmanın yeter olduğunu
ve daha buna benzer birçok şeyleri gördükçe şaşkınlığı
büsbütün artıyordu. Fakat o, böylece ahmaklık ve aciz isimli
mahluklarla, bunların çocukları, küstahlık ve riya adlı iki zavallıyı
tanımış oldu.

Ve ayrılırken kalbinde yalnız ufuksuz bir merhamet, yeis
veya hiddeti manasız bulan bir rikkat (yufkalık, incelik)
hissetti...

İşte genç sair şaheserini bilinmeyen ve bulunmayan kumaşlardan
dokumak için yaptığı bu seyahatten dönüsünde,
İçinde Allahla boy ölçüşen bir kuvvet kımıldıyordu. Çünkü
şimdiye kadar yazanların ancak var olduğunu bildirdikleri şeye
o bizzat erişmişti.

Üç ay uğraşarak derin manalı, renkli kelimelerden bir elbise
giydirdiği şaheserinin her sahifesi onun çölde kavrulan ve
kutuplarda gerilen muzdarip derisinin bir parçasıydı ve bir sevinci
bağırmak, bir elemi ağlamak veya bulutlardan yüksek bir
fikre ulaşmak için durmadan kımıldayan satırlar coşkun sinirlerinden
örülmüştü. Ve o bu satırlardaki kelimeleri -vakit vakit
bir sabah yıldızının belirsiz ışığı gibi ince, felaketin gözleri kadar
keskin, yalanın dudakları kadar yumuşak ve bir çocuk rüyası
kadar tatlı sesler veren kelimeleri- gözlerinin kenarındaki
derin çizgilerden isledi.

Lazım gelen yüksek ve temiz asilliği eserine büsbütün verebilmek
için de, onu yazdığı müddetçe insanların arasına karışmadı.
Ve siyah bir kalemle, siyah meşin ciltli bir deftere yazdığı
şiirleri sevgilisine yolladı...

..

Bu sefer genç kız, gözlerinde gurur ve hayretin parıltısı,
hareketlerinde hasret ve isteğin acelesi olduğu halde bizzat geldi.
Boynuna atılarak onu öptükten sonra böyle haykırdı:

-Genç sair, genç sair, ey benim sevgilim! Artık hiç... hiç
kimse seni asamayacak; sen peygamberleri gıptaya düşürecek
şeyleri yarattın, sen insanları yasamaya veya öldürmeye sürükleyebilecek
şeyleri yazdın. Güneş senden daha sıcak, gökyüzü
daha geniş, ilkbahar rüzgarları daha cana yakın değildir.

Ve sen bunları yalnız benim için yaptın.

Ey genç sair, ey benim sevgilim!

Artık hiçbir kadının benimle bir olmadığını hissediyorum.
Artık Leyla benim yanımda minimini ve Jülyet pek zavallıdır,
ben Beatrice'ye bile gururla bakıyorum ve bundan sonra Süleyman'ın
sevgilileri de benimle boy ölçüşemeyeceklerdir. Ebediliğe
senin kolların arasında süzüleceğim sevgilim ve yüksekte,
en yüksekte uçacağız.

Ey sevgilim, yalnız benim sevgilim!

Şimdiye kadar hep sana koşmak için çırpındığı halde yenilmez
bir gururun emirlerini dinlemeye mecbur olan kalbim bak,
içindekileri anlatmak için acele ediyor. O gururum ki, fanilerden
birine meyli olduğu için gönlümü bir ısırgan demeti gibi
dalamıştı, simdi sana bunları söylemekte bir haz buluyor.


-Mademki uzun senelerin hasreti içimizde yaramaz bir çocuk
gibi tepinmektedir, gel, birbirimizin olalım ve sen bana askın
da ebedilik kadar tatlı ve güzel olduğunu anlat... Gel, beni
kollarının arasında sık...-

Fakat genç sair onu kollarının arasında sıkmadı.. Çünkü
hiçbir şey işitmemişti.

Sevgilisinin, sedirlerden birinin üzerine bıraktığı şaheseri
parmaklarıyla karıştırırken sihirli satırlar onun gözlerini, elinde
olmayarak, çekmişler ve o, derin bir hayret içinde kendinden
geçerek, bunları okumaya başlamıştı.

Yarattıkları o kadar güzeldi ve sairi o kadar kuvvetle çekiyorlardı
ki, sevgilisinin: -Beni işitmedin mi sair!- diye bağırdığını bile duymadı.

Ve ancak genç kız onu omuzlarından yakalayınca kendine
geldi. Kızın gözleri, kafasının içindeki herhangi bir ateşten kaçarak
dışarı fırlamak istiyormuş gibi yanıyordu. Dudakları titreyerek
tekrar etti:

-Beni dinlemedin mi sair? Sana söylediklerimi işitmedin mi?-

-Ne söyledin sevgilim?- diye cevap verdi, -Beni affet, biliyorum
ki tamiri kabil olmayan bir şey yaptım. Ama bunun sebebi
senin için yazdıklarımın yine sana benzeyen güzellikleriydi.
Askın sesinden uzak kalan kalpleri hasretin ne hallere koyduğundan
bahseden satırlarım, beni seslerin en cana yakınını
dinlemekten alıkoydu. Tekrar et sevgilim, söylediklerini benim
için tekrar et...-

Genç kız biraz düşündü. Yüzü beyaz, bir kuğunun tüyleri
kadar beyaz olmuştu. Basını ağır ağır kaldırarak sordu:

-Hiç, hiçbir şey duymadın mı?-

-Hiçbir şey sevgilim, fakat tekrar et-'

O zaman boğuk ve yeisini örtmek isteyen bir sesle tekrar
başladı:

-Kitabını okudum genç sair, yalnız harikuladeliklerle, yalnız
insanı saran güzelliklerle doluydu. Ve senin herkes gibi olmadığını
haykırıyordu.

Senden daha fazla uzak kalmak istemem ey sair!..-

Burada dudaklarını yakıcı bir gülüşle ısırdı; gözleri, donuk
ve karanlık, saire dikildiler, dimdik baktılar. O bir kadın, bastan
aşağı bir kadındı... Dişlerini sıktı, onların arasından, keskin,
ağır bir sesle:

-Yalnız...- dedi, -Yalnız bu kitap dehanı ve kudretini bana
gösterdikten sonra aramızda lüzumsuz olmaya başlıyor... Ve
görüyorum ki o seni hemen hemen benim kadar alakadar edecek...

Hiç buna imkân var mı sair? Senin kafanda, ruhunda, hatta
en ufak bir hüceyrende (hücrende) bile benden başkasının yer almasına
tahammül edebilir miyim?

Su halde büsbütün senin olmam için bu engelin ortadan
kalkması lazım. Ve sen benim için yazdığın bu kitabı yine benim
için yok etmekte eminim ki tereddüt etmeyeceksin, hatta
bunu ben yapacağım.-

Ve genç sairin elinden çekip aldığı şaheseri, orada, mercan
alevlerle yanan ocağa fırlattı.


Ve bir feryat, duvarları sarsan, havayı karıştıran, yüzyıllık
ağaçların fırtınada devrildikleri zaman yaptıkları gürültüye, ormana
bir yıldırım düştüğü zaman vahşi hayvanların kopardıkları
çığlıklara, ateş saçan bir yanardağın geniş çatlaklarından
fırlayan boğuk ve yırtıcı ıslıklara benzeyen bir feryat genç sairin
göğsünden fırladı...

Ve o, kendisini oraya, minimini alevlerin kitabın meşin cildini
ağlayışlı bir çıtırtıyla büktükleri ocağa doğru attı.

Fakat genç kız daha evvel koşarak ocağın önünü vücuduyla
kapatmıştı. Vahşi bir gülüşle: -Çekil!- dedi.

Erkek, ki o zamana kadar gözlerinde sonsuz bir tatlılık ve
ilahilikten başka bir şey bulunmazdı ve hareketleri devamlı bir
çekingenliğinin ağırlığını taşırdı, birdenbire buğulanan bakışlar,
pençe haline giren kollarla oraya hücum etti ve her iki ağızdan
birden fırladı: -Çekil!..- ve hiçbirisi çekilmedi...
O zaman aralarında öyle korkunç bir mücadele başladı ki,
köpüren ağızlardan feci soluklar ve hırıltılar çıkıyor, duvarlara
şiddetle çarpan kafalar orada kanlı saç demetleri bırakıyordu.
Birdenbire erkek, genç kızı -gittikçe artan dermansızlığına ve
erkeğin yüzünü parçalarken dökülen tırnaklarına rağmen vücudunu
ocağın önünden ayırmayan genç kızı- boğazından yakaladı;
kendininkilere korkunç bir sebatla bakan büyük ve kanlı
gözler hareketsiz kalıncaya kadar sıktı.

Sonra, kollarının arasında yavaş yavaş gevşeyen, kanla bulaşık
olmayan yerleri ezik bir sarılık alan vücudu yere bırakarak
ocağa eğildi, gittikçe hafifleyen alevlerin arasından meşin
kitabı aldı.

Kavrulan, seklini kaybeden bu ateşten cildi açtığı zaman
yere ancak bir avuç mavimtırak kül döküldü... Ve bunu gören
şair oraya, boylu boyunca yatan ölünün üstüne -bir kadının
elinden kurtaramadığı şaheseriyle beraber- cansız yıkılıverdi...

1929
Sabahattin Ali
(Atsız Mecmua, s. 17, 25.09.1932)