“Çağımıza uymak zorundayız palavrasına da hiç mi hiç inanmıyorum. Eğer yaşadığım çağın en yüce ideali köşeyi dönmekse; eğer yaşadığım çağ toplumsal adaletsizlik üstüne kuruluysa; eğer yaşadığım çağ inandığım her şeyi yadsıyorsa; eğer yaşadığım çağa bayağılık ve çirkinlik egemense ben böyle bir çağa neden ayak uydurmak zorunda kalayım? Tam tersine baş kaldırırım, direnirim böyle bir çağa karşı. Bu yüzden dinozorlukla suçlanmam da vız gelir bana. Çünkü ben dinozoru tarih öncesi çağların nesli tükenmiş bir hayvanı olarak değil; geçmişin doğruluğu kanıtlanmış ve yadsınamaz değerlerini yeni sentezler yaparak geleceğe taşımayı amaçlayan bir yaratık olarak tanımlıyor, dinozorluğumla övünüyorum.” Mine Urgan
Ah NEHAR ne har ne har
Kızgın bulutlar evveli bahar
Oluk oluk boşalan yağmur suyu
Kovalar dolusu taze sürgün nefes
Gönül uğrusu doruk dal
Gümüşi akasyalar
Ah YAR yar yar
Günlük güneşlik mavi göğüm
Aşk kitabı ecel beşiği olsan da
Hülya denizi göğsüne yaslansam
Sevinçli ebedi
Uykuya dalsam
Hele ruh, bunca şehirler gezmiş, bunca yollar çiğnemiştir de silkinmemiştir / Mevlana
Bir Kızıl Deli
Herkes geldi, Zühre’m gelmedi
Yer yerinden oynar kopar kızılca kıyamet
Kapkara gece gümüş gibi doğan sabaha yazın
Kar yağışlı hava yağmurlayacak
Severim insanoğlunu
Mazhar olacağız elbet
Yapılıyor köprüyolu
Kıyıda bucakta her nefeste
Kızkuşları şen şakrak güller
Göz sever el sever dilsever
İçilecek sevda şarabı
Bir kızıl deli
D e l i c e
Sefasını sürmeli
Haydi, oyna yalan dünya
Anam toprak olmuş
Babam ağaçtaki yaprak
Kardeşlerimden ses seda yok
Ne var ki artık üzülecek
Şakı be dünya
Bir varmışsın bir yokmuşsun
Evvelim ahirim masalını güzelce anlat
Sen kimsin! Kalemime zincir vuruyorsun
Alazlandıkça açılacak daha en nadide gül
Doldur saki hadi doldur kültarım
İlk günkü gibi çalıyor 45’lik plak
Parmağımın ucunda şakıyan ateş parçaları
Ah o bahar ömrümün hayat öpücüğü yağmurları
Kararlı dalgalar ortasında bir ince ayrım
Bakışır durur çiçek çiçeğe mercan ağaçları
Sevdamız güneş
Karanlığı basar
Merdiven boşluğunda
Ne güzel akıyor nehir
Derdim insan dermanım insan
Bir değil bin acı yazsanız
Üstüne düğüm düğüm atsanız
Denizlere kurşun işlemez!
Demleniyorum bir şafak vakti Demleniyor hatıralar çiyli Kumsal yorgun ben yorgun Dalgalar aşkla kızıla karışmış mor
Sus pus dudaklar tütün kokuyor nefesi Söylenmemiş sözcükleri var Hâlâ yürekte inilti Köstebek yuvası ten Derin uykuda İşli mahra bedenler Hazla acıya sızmış
Yaşamın kıyısına oturmuş bizar Kulağıma yağmurun buğulu sesi Çıplak ayaklarında ıslık Sivri tırnaklarından sırtıma Kanası kanatıyor Aşk
Gözlerin geliyor aklıma Gözlerin orman ve deniz İki yar arasında yar Büyülü pencereler Açılıyor yanlara kolları Ellerin gül ağacı ellerin meşe ıtır ıtır dal Süzülüyorum gizlice derinlere Sende bir başka sıcaklık var
-Mücellâ -
Dilin geliyor aklıma Dilin petekli bal Ala Susamışız yanmışız Kanası kanatıyor Aşk
". Ben Patnos dağlarında halk çocuklarıyla er olarak askerlik yapmayı, emekli olduktan sonra siyasal iktidarın uzattığı yönetim kurullarında, on binlerce lira para alan orgeneral olmaya değişmem!" U. MUMCU
Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık. Babamız, sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi. Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mum ışığında bitirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık. Vurulduk ey halkım, unutma bizi... Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi... Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı gözbebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi, taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden. Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi... Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acınmaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu. İnsanlık sustu. Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi... Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşımızdaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce, kolumuzu, omuz başından keserek, yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık önlerine. Sonra da, otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi... Giresun’daki yoksul köylüler, sizin için öldük. Ege’deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğu’daki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul’daki, Ankara’daki işçiler, sizin için öldük. Adana’da, paramparça elleriyle ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük. Vurulduk, asildik, öldürüldük ey halkım, unutma bizi... Bağımsızlık, Mustafa Kemal’den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın, dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular. Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi... Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme karşi dalgalandırdığımız bayrağımızı daha da dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler. Vurulduk ey halkım, unutma bizi... Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eline değmemişti ellerimiz. Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere. Asildik ey halkim, unutma bizi... Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, agabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile, karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde, öldürüldük. Hukuk adına, özğürlük adına, demokrasi adına, Batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler. Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi... Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi... Bir gün sesimiz hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi. Özğürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi...
İmgeler usumda yırtılır Gitmek de var kaderde / Ölmek de var o sevgilinin uğruna... Arnavut kaldırımlarında Gümüş yeleli atlar dörtnala /Koşturur bahtımın karalarını Süsleriz kıyısını arabanın yaldızlarla...
...
Gitmek de var kaderde Kalmak da var Ölmek de var o sevgilinin uğruna...
Yeşeriyor yağmurların ardından Binlerce küçük sarı kum kum ayçiçeği Eğleşiyor düğüncü balarısı şehvetli dili Renk cümbüşü taç yapraklar Hafif bir rüzgâr dalgalanıyor
Çiçek denizi Seriliyorum bir yatak gibi Karmakarışık kısacık hayat Sürsen sarısabır Dermansız bir yarada ağıt